Filistin ve özellikle de Filistin’in kalbi olan Kudüs, İslam
tarihinin başından bu yana Müslümanlar için kutsaldır. Müslümanların
Filistin’i kutsal olarak görmeleri ise -Hıristiyan ve Yahudilerin
aksine- bölgeye barış ve huzur getirmelerine vesile olmuştur. Bu
bölümde, bu gerçeğin bazı tarihsel örneklerini ele alacağız.
Bir önceki bölümde Yahudilerin tarihini özetlemiştik. Hz. İsa, Yahudi
tarihi için önemli bir dönüm noktasıdır. Yahudiler kendilerine
gönderilen son peygamber olan Hz. İsa’yı inkar etmişler ve Filistin’den
büyük belalara maruz kalarak sürülmüşlerdir. Hz. İsa’nın yolunu
izlediklerini söyleyen Hıristiyanlar ise, zamanla onun getirdiği inancı
çarpıtarak farklı bir din kurmuşlardır. Bunun ardından Allah, tüm
insanlığa kendi dinini öğretmek üzere Peygamberimiz Hz. Muhammed’e
Kuran’ı vahyetmiştir.
Kudüs’ü Müslümanlar için kutsal yapan iki temel sebep vardır:
Müslümanların namaz kılmak için yöneldikleri ilk kıble, Kudüs’tür. Ve
Peygamberimiz (sav)’in en büyük mucizelerinden biri sayılan bir gecelik
mirac yolculuğu, Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya, yani Mekke’den
Kudüs’e olmuştur. Kuran’da bu gerçek şöyle haber verilir:
Bir kısım ayetlerimizi kendisine göstermemiz için
kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan, çevresini bereketlendirdiğimiz
Mescid-i Aksa’ya götüren O (Allah) yücedir. Gerçekten O işitendir,
bilendir. (İsra Suresi, 1)
Kuran’da anlatılan peygamber kıssalarında Filistin
topraklarına işaret eden ayetlerin pek çoğunda bu topraklardan
‘bereketli kılınan, kutsal topraklar’ olarak bahsedilmektedir. Miracın
anlatıldığı üstteki ayette Mescid-i Aksa ‘çevresini
bereketlendirdiğimiz’ şeklinde nitelendirilmektedir. Hz. İbrahim’in ve
Hz. Lut’un göçünün anlatıldığı Enbiya Suresi’nde ise yine aynı topraklar
‘bereketler verdiğimiz yer’ olarak geçmektedir. Öte yandan, İsrail
soyundan pek çok peygamberin yaşadığı, Allah yolunda mücadele ettiği,
şehit düştüğü veya vefat edip defnedildiği Filistin toprakları, bir
bütün olarak Müslümanlar için kutsaldır.
Nitekim son 2000 yıl içinde Kudüs’e ve Filistin’e barış ve huzur getiren tek güç de Müslümanlar olmuştur.
Hz. Ömer’in Filistin’e Getirdiği Barış ve Adalet
Yahudilerin Romalılar tarafından Kudüs’ten ve
civarından sürülmesinin ardından, bölge uzun süre boş kaldı. Ancak Roma
İmparatorluğu’nun İmparator Konstantin döneminde Hıristiyanlığı kabul
etmesinin üzerine, Kudüs yeniden ilgi odağı oldu. Hıristiyan Romalılar
Kudüs’te kiliseler inşa ettiler, Yahudilerin de bölgede yerleşmesine
yönelik yasakları kaldırdılar. Filistin 7. yüzyıla dek Roma (Bizans)
toprağı olarak kaldı. Kısa bir süre Persler bölgeyi ellerinde tuttular,
ama sonra Bizans yeniden Filistin’in hakimi oldu.
Filistin tarihindeki en büyük dönüm noktası ise, 637
yılında bölgenin İslam orduları tarafından fethedilmesiydi. Bu fetih,
asırlardır savaşlara, sürgünlere, yağma ve katliamlara sahne olan,
farklı inançlar arasında sık sık el değiştiren ve değiştirdikçe de yeni
vahşetler yaşayan Filistin’e, barış ve huzurun yerleşmesi anlamına
geliyordu. İslam’ın hakimiyeti, Filistin’de farklı inançların birarada
barış içinde yaşayabileceği bir çağın başlangıcı oldu.

Hz. Ömer Cami
|
Filistin, Peygamberimiz (sav)’den sonraki ikinci
halife olan Hz. Ömer tarafından fethedildi. Hz. Ömer’in Kudüs’e girişi,
ardından buradaki farklı inançlara karşı gösterdiği olağanüstü hoşgörü,
olgunluk ve nezaket, başlayan güzel dönemin habercisiydi. İngiliz
tarihçi ve Ortadoğu uzmanı Karen Armstrong, Holy War (Kutsal Savaş) adlı kitabında, Hz. Ömer’in Kudüs fethini şöyle anlatır:
Halife Ömer Kudüs’e beyaz bir devenin üzerinde girdi,
yanında ise kentin Yunan yöneticisi Başrahip Sophronius vardı. Halife
kendisinin öncelikle Tapınak Tepesine (yıkık olan Hz. Süleyman mabedinin
yerine) götürülmesini rica etti ve dostu Muhammed (as)’ın gece
yolculuğunu (Mirac) yaptığı bu noktada eğildi ve dua etti. Başrahip bu
sahneyi dehşet içinde izliyordu… “Son günler”in artık yaklaştığını
sanmıştı. Daha sonra Halife Ömer Hıristiyan tapınaklarını görmek istedi
ve tam Kutsal Mezar (Holy Sepulchre) Kilisesi’ne gittiğinde, namaz vakti
geldi. Başrahip kendisini kibarca namazını bu kilisede kılmaya davet
etti, ama Halife Ömer bu teklifi kibarca reddetti. Eğer bu
kilisede namaz kılarsa, sonra bazı Müslümanların bu olayı anıtlaştırmak
amacıyla buraya bir cami inşa etmek isteyebileceklerini, bunun ise
Kutsal Mezar Kilisesi’nin yıkılması anlamına geleceğini izah
etti. Bu nedenle Halife kiliseden çıkıp biraz daha ilerideki bir noktada
namazını kıldı; nitekim bugün tam bu noktada, Kutsal Mezar Kilisesi’nin
tam karşısında Halife Ömer’in adına inşa edilmiş küçük bir cami
bulunmaktadır.
Halife Ömer’in diğer büyük camii ise, tam Tapınak Tepesi’nde yapıldı.
Yıllardır
Hıristiyanlar, yıkık Yahudi Tapınağının yer aldığı bu alanı, şehrin çöp
yığınağı olarak kullanıyorlardı. Halife, Müslümanların bu çöpleri
temizlemelerine kendi elleriyle yardım etti ve burada Müslümanlar iki mabed inşa ederek İslam’ı, İslam’ın dünyadaki üçüncü kutsal şehrine yerleştirmiş oldular.
9
Kısacası Müslümanlarla birlikte Kudüs’e ve tüm
Filistin’e “medeniyet” geldi. Birbirlerinin kutsal değerlerine saygı
göstermeyen, birbirlerini sırf farklı inançlara sahip oldukları için
katliamdan geçiren vahşi ve barbar inançların yerine, İslam’ın adil,
hoşgörülü ve mutedil kültürü hakim oldu. Hz. Ömer fethinden sonra
Filistin’de Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudiler asırlar boyu barış
ve huzur içinde yaşadılar. Müslümanlar hiç kimseyi zorla İslamlaştırmaya
çalışmadılar, ancak İslam’ın hak din olduğunu gören bazı gayrimüslimler
kendi rızalarıyla Müslüman oldular.
Filistin’deki bu barış ve huzur, bölge Müslümanların hakimiyetinde
olduğu sürece devam etti. Ancak 11. yüzyılın sonunda, bölgeye dışarıdan
işgalci bir güç girdi ve Kudüs’ün medeni topraklarını, görülmemiş bir
barbarlık ve vahşetle yağmaladı. Bu barbarlar, Haçlılardı.
Haçlı Vahşeti ve Selahaddin Eyyubi’nin Adaleti
Filistin’de her üç dinin mensupları
barış ve huzur içinde yaşarken, Avrupa’daki Hıristiyanlar bir “Haçlı”
seferi organize etmeye karar verdiler. Papa II. Urban’ın 25 Kasım 1095
günü Clermont Konseyi’nde yaptığı çağrı ile, “Kutsal Toprakları
Müslümanlardan kurtarmak” ve asıl olarak da Doğu’nun efsanevi
zenginliğine ulaşmak üzere yüz binin üzerinde insan Avrupa’nın dört bir
yanından Filistin’e doğru yola çıktı. Uzun ve yıpratıcı bir seferden ve
Müslümanlara karşı gerçekleştirdikleri pek çok yağma ve katliamdan sonra
1099 yılında gerçekten de Kudüs’e vardılar. Yaklaşık 5 hafta süren uzun
bir kuşatmanın ardından şehir düştü ve Haçlılar kente girdiler. Ve
dünya tarihinde eşine az rastlanır bir vahşet gerçekleştirdiler.
Şehirdeki tüm Müslümanları ve Yahudileri kılıçtan geçirdiler. Bir
tarihçinin ifadesiyle “Buldukları tüm Arapları ve Türkleri öldürdüler…
Erkek veya kadın, hepsini katlettiler.”
10 Haçlılardan biri, Raymund of Aguiles, bu vahşeti “övünerek” şöyle anlatıyordu:

Beş haftalık kuşatmanın ardından Kudüs’ü ele geçiren Haçlılar, şehrin
tüm hazinelerini yağmalayıp, Yahudi ve Müslümanları vahşice katlettiler.
|
Görülmeye değer harika sahneler gerçekleşti.
Adamlarımızın bazıları -ki bunlar en merhametlileriydi- düşmanların
kafalarını kesiyorlardı. Diğerleri onları oklarla vurup düşürdüler,
bazıları ise onları canlı canlı ateşe atarak daha uzun sürede öldürüp
işkence yaptılar.
Şehrin sokakları, kesilmiş kafalar, eller ve ayaklarla doluydu. Öyle
ki yolda bunlara takılıp düşmeden yürümek zor hale gelmişti. Ama bütün
bunlar, Süleyman Tapınağı’nda yapılanların yanında hafif kalıyordu.
Orada ne mi oldu? Eğer size gerçekleri söylersem, buna inanmakta
zorlanabilirsiniz. En azından şunu söyleyeyim ki, Süleyman Tapınağı’nda
akan kanların yüksekliği, adamlarımızın dizlerinin boyunu aşıyordu.
11
Haçlı ordusu Kudüs’te iki gün içinde yaklaşık 40 bin Müslümanı üstte anlatılan yöntemlerle vahşice öldürdü.
12 Filistin’in, Hz. Ömer’den bu yana süren barış ve huzuru, korkunç bir katliamla sona ermiş oldu.
Barbar Haçlı ordusu, Kudüs’ü kendisine başkent yaptı
ve sınırları Filistin’den Antakya’ya kadar uzanan bir Latin Krallığı
kurdu. Ancak Filistin’e vahşet getiren Haçlıların ömrü fazla uzun
olmayacaktı. Ortadoğu’daki tüm Müslüman emirlikleri birleştiren
Selahaddin Eyyubi, 1187′deki Hıttin Savaşı’nda tüm Haçlı ordusunu
bozguna uğrattı. Savaşın ardından Haçlı ordusunun iki kumandanı,
Reynauld of Chatillon ve Kral Guy, Selahaddin Eyyubi’nin huzuruna
çıkarıldı. Selahaddin Eyyubi, daha önce Müslümanlara karşı uyguladığı
korkunç vahşetlerle ünlenmiş olan Reynauld of Chatillon’u idam etti,
ancak aynı suçları işlememiş olan Kral Guy’u serbest bıraktı. Filistin
toprakları bir kez daha adaletin ne olduğu görüyordu.

Hıttin Savaşı ile Haçlı ordusunu büyük bir bozguna uğratan Selahaddin
Eyyubi, tarihi kaynaklarda adaleti, cesareti ve onurlu karakteriyle
anılmaktadır.
|
Selahaddin Eyyubi Hıttin’ın hemen ardından -tam da
Peygamberimizin bir gecede Mekke’den Kudüs’e götürüldüğü kutsal Mirac
günü- Kudüs’e girerek 88 yıldır Haçlı işgali altında olan şehri
kurtardı. Haçlılar, 88 yıl önce Kudüs’ü aldıklarında içindeki tüm
Müslümanları katletmişlerdi ve bu yüzden bu sefer de Selahaddin
Eyyubi’nin aynı vahşeti kendilerine yapacağını korkuyla bekliyorlardı.
Oysa Selahaddin Eyyubi kentteki Hıristiyanların hiçbirine en ufak bir
zarar vermedi. Dahası, sadece Latin (Katolik) Hıristiyanların şehri terk
etmelerini emretti; ‘Haçlı’ kimliğine sahip olmayan Ortodokslar ise
şehirde yaşamaya ve diledikleri gibi ibadet etmeye devam edebilirlerdi.
İngiliz tarihçi Karen Armstrong, Müslümanların bu ikinci Kudüs fethini
şöyle anlatır:
2 Ekim 1187′de Selahaddin ve ordusu Kudüs’e fatihler
olarak girdiler; gelecekteki 800 yıl boyunca şehir bir Müslüman kenti
olacaktı… Selahaddin (katliam yapmamak üzere) önceden Hıristiyanlara
verdiği sözü tuttu ve şehri yüksek İslami prensiplere göre aldı.
Kuran’da
emredilmiş olduğu gibi şiddetten kaçındı, 1099 yılındaki katliamların
öcünü almaya kalkmadı. Tek bir Hıristiyan öldürülmedi, hiçbir yağma
yapılmadı. Esirleri serbest bırakmak için istenen fidyeler ise
son derece düşük tutuldu… Kuran’da emredildiği gibi, esirlerin çoğunu da
hiçbir fidye almadan serbest bıraktı… Selahaddin’in kardeşi El-Adil,
bin kadar esirin kendi hizmetine verilmesini istedi ve sonra hepsini
-acınacak durumda olduklarını gördüğü için- karşılıksız olarak serbest
bıraktı… Şehirdeki zengin Hıristiyanlar, değerli eşyalarını yükleyip
şehirden bir an önce gittiler, oysa ellerindeki para, şehirdeki tüm
savaş esirlerinin fidyesini ödemeye fazlasıyla yetiyordu. Başrahip
Heraclius, herkes gibi 10 dinarlık fidyesini ödedi, sonra da şehri
hazinelerle dolu arabalarla terk etti.
13
 
İngiltere Kralı I. Richard, Akra Kalesi’ni aldığında Müslümanlara
yönelik çok büyük bir katliam gerçekleştirdi. Aşağıdaki tabloda yüzlerce
Müslüman esirin idamları tasvir edilmektedir. Platformun altına ise
cesetler ve kesik başlar atılmıştır.
|
Görüldüğü gibi Selahaddin Eyyubi ve onun
komutasındaki Müslümanlar, Hıristiyanlara karşı son derece adil ve
merhametli davranmışlar, hatta onlara kendi liderlerinden çok daha fazla
merhamet etmişlerdi.
Kudüs’ten sonra, Filistin’in diğer şehirlerinde de
Haçlıların vahşeti ve Müslümanların adaleti sürdü. İngiliz tarihinde
büyük bir kahraman gibi tanıtılan Kral I. Richard 1191 yılında, Akra
Kalesi’nde aralarında pek çok kadın ve çocuğun da yer aldığı tam 3000
Müslümanı katletmişti. Müslümanlar bu vahşetlere şahit olmalarına
rağmen, hiçbir zaman aynı yöntemlere başvurmadılar, Allah’ın “Ey iman
edenler…, bir topluluğa olan kininiz, sakın sizi haddi aşmaya
sürüklemesin” (Maide Suresi, 2) hükmü uyarınca, hiçbir zaman masum
sivillere karşı şiddet uygulamadılar. Mağlup ettikleri Haçlı ordularına
karşı dahi, gereksiz şiddet kullanmadılar.
Haçlıların vahşeti ve ardından gelen Müslüman
adaleti, tarihi bir gerçeği bir kez daha göstermiş oluyordu: Filistin’de
farklı inançlara birarada yaşama şansı veren adil bir yönetim, ancak
İslam’ın prensiplerine göre kurulan bir yönetim olabilirdi. Bu gerçek,
Selahaddin Eyyubi’den sonraki 7 yüzyıl boyunca, özellikle de Osmanlı
döneminde ispatlanmaya devam etti.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Filistin’deki Adaletli ve Hoşgörülü Yönetimi
1514 yılında Yavuz Sultan Selim’in Kudüs’ü ve
civarını fethi ile birlikte, Filistin’de yaklaşık 400 yıl sürecek
Osmanlı yönetimi başladı. Bu dönem, Osmanlı’nın diğer eyaletlerinde
olduğu gibi, Filistin’de de barışı, istikrarı ve ‘farklı inançların
birarada yaşaması’nı sağlayacaktı.
Osmanlı İmparatorluğu, ‘millet sistemi‘
adı verilen bir düzenle yönetiliyordu ve bu sistemin en temel özelliği,
farklı inançlara sahip insanlara, kendi inançlarının ve hatta
hukuklarının gerektirdiği şekilde yaşama imkanı tanımasıydı. Kuran’da
“Kitap Ehli” olarak tanımlanan Hıristiyanlar ve Yahudiler, Osmanlı
topraklarında hoşgörü, güvenlik ve özgürlük buldular.

1514 yılında Yavuz Sultan Selim’in Kudüs ve çevresini fethetmesi ile
birlikte, Filistin toprakları için 400 yıl sürecek huzur ve güvenlik
dönemi başladı.
|
Bunun en büyük nedeni, Osmanlı’nın Müslümanlar
tarafından yönetilen bir İslam devleti olmasına karşın, tebasını zorla
İslamlaştırmak gibi bir amaca sahip olmamasıydı. Aksine, Osmanlı
Devleti, gayrimüslimlere de güvenlik ve huzur sağlamayı, onları adaletle
ve İslam idaresinden razı olacakları şekilde yönetmeyi hedefliyordu.
Oysa aynı dönemlerde dünya üzerindeki diğer büyük devletler çok daha
katı, baskıcı ve müsamahasız bir yönetim anlayışına sahipti. İspanya
Krallığı, İber Yarımadası’nda Müslümanların ve Yahudilerin varlığına
tahammül edememiş ve her iki topluma karşı büyük bir vahşet uygulamıştı.
Diğer pek çok Avrupa ülkesinde Yahudilere sadece Yahudi oldukları için
baskılar uygulanıyor (örneğin gettolara hapsediliyorlar), hatta kimi
Yahudiler zaman zaman toplu katliamlara (pogromlara) hedef oluyorlardı.
Hıristiyanlar birbirlerine karşı bile tahammülsüzlerdi; Katolik ve
Protestanlar arasındaki çatışmalar, 16. ve 17. yüzyıl boyunca Avrupa’yı
kan gölüne çevirdi. 1618-48 yılları arasında yaşanan ’30 Yıl Savaşları’,
temelde Katolik-Protestan çatışmasının bir sonucuydu. Bu savaş
sonucunda Orta Avrupa adeta bir harabeye döndü, sadece Almanya’da 15
milyonluk nüfusun üçte biri yok oldu.
Bu vahşetlere karşılık Osmanlı İmparatorluğu’nun ve
diğer Müslüman devletlerin çok daha hoşgörülü, adil ve medeni bir
yönetim kurmalarının en temel nedeni, Kuran’da bu şekilde bir yönetimin
emredilmiş olmasıydı. Hz. Ömer’in, Selahaddin Eyyubi’nin, Osmanlı
Padişahlarının ve daha nice Müslüman hükümdarın (bugün Batılılar
tarafından da kabul ve takdir edilen) bir hoşgörü, merhamet, adalet ve
medeniyet sergilemelerinin kaynağı, Allah’ın Kuran’daki emirlerine olan
sadakatleriydi. İslami yönetim anlayışının temelini oluşturan bu
emirlerin bazıları şöyledir:
Şüphesiz Allah, size emanetleri ehline (sahiplerine)
teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle
hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor!..
Doğrusu Allah, işitendir, görendir. (Nisa Suresi, 58)
Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve
yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şahidler olarak adaleti
ayakta tutun. (Onlar) ister zengin olsun, ister fakir olsun; çünkü Allah
onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp heva (tutkuları)nıza
uymayın. Eğer dilinizi eğip büker (sözü geveler) ya da yüz çevirirseniz,
şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır. (Nisa Suresi, 135)
Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi
yurtlarınızdan sürüp-çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara
adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah, adalet yapanları
sever. (Mümtehine Suresi, 8)
Mü’minlerden iki topluluk çarpışacak olursa,
aralarını bulup-düzeltin. Şayet biri diğerine tecavüzde bulunacak
olursa, artık tecavüzde bulunanla, Allah’ın emrine dönünceye kadar
savaşın; eğer sonunda (Allah’ın emrini kabul edip) dönerse, bu durumda
adaletle aralarını bulun ve (her konuda) adil davranın. Şüphesiz Allah,
adil olanları sever. (Hucurat Suresi, 9)
 
Osmanlı’nın son dönemindeki Filistin üzerine yapılan araştırmalar,
bölgede ticaretin, sanayinin ve refah düzeyinin çok ileri düzeyde
olduğunu ortaya koymaktadır.
|
Siyaset literatüründe “iktidar dejenere eder ve
mutlak iktidar da mutlak olarak dejenere eder” şeklinde bir söz vardır.
Bununla, siyasi iktidarı ele geçiren herkesin, bu iktidarın sağladığı
imkanlar sonucunda ahlaki yönden dejenere olduğu ifade edilir. Bu kural
gerçekten de insanların çoğu için geçerlidir. Çünkü bu çoğunluk,
ahlakını kendi üzerindeki toplumsal yaptırımlara göre belirler. Bir
başka deyişle, toplumun kınamasından veya cezalandırmasından korktuğu
için ahlaksızlıklardan veya suçlardan geri durur. İktidar ise onlara güç
sağlar ve toplumun yaptırımını azaltır. Bunun sonucunda da dejenere
olur, yani ahlaktan kolayca taviz verir hale gelirler. Eğer ellerinde
mutlak bir güç varsa, yani bir ülkenin mutlak hakimi olurlarsa,
kibirlerini tatmin etmek için her yolu deneyebilirler.
Bu ‘dejenerasyon kuralı’nın geçerli olmadığı tek
insan modeli, Allah’a samimi olarak iman eden, Allah’tan korkup sakınan
ve O’nun rızası için dine sarılan insanlardır. Ahlakları topluma bağlı
olmadığı için, en mutlak iktidar dahi onları etkilemez. Bir Kuran
ayetinde şöyle buyrulmuştur:
Onlan ki, yeryüzünde kendilerini yerleştirir iktidar
sahibi kılarsak, dosdoğru namazı kılar, zekatı verirler, ma’rufu
emrederler, münkerden sakındırırlar. Bütün işlerin sonu Allah’a aittir.
(Hac Suresi, 41)
Allah Kuran’da bu ideal hükümdar modeline örnek
olarak Hz. Davud’u vermiş, onun, kendisinden hüküm sormaya gelen
insanlar arasında hükmederken dahi, bir yandan büyük bir teslimiyet ve
boyun eğicilik içinde Allah’a dua edip yalvarmasını örnek göstermiştir.
(Sad Suresi, 24)
İslam tarihinin adaletli, müşfik, mütevazi ve olgun
hükümdarlarla dolu olması, Allah’ın Müslümanlara Kuran’da öğrettiği bu
ahlaktan kaynaklanmaktadır. Müslüman bir yönetici Allah’tan korktuğu
için, kendisine verilen hiçbir imkan ve iktidar, onu dejenere etmez,
şımartmaz, kibirlendirip zalimleştirmez. Elbette İslam tarihinde de
İslam ahlakından uzaklaşarak ‘dejenere olmuş’ yöneticiler ortaya
çıkmıştır, ama bunların hem sayısı hem de etkisi sınırlıdır. Sonuçta
İslam, son 2000 yıldır dünyaya adaletli, hoşgörülü, müşfik bir yönetim
tarzı sunan tek inanç sistemi olmuştur.
 
Osmanlı fethettiği her bölgeye huzur, istikrar ve medeniyet götürüyordu.
Bugün Filistin topraklarının dört bir yanında Osmanlı döneminden kalma
çeşmeler, köprüler, hanlar, camiler bulunmaktadır.
|
Bugüne kadar pek çok farklı inanç ve düşüncelerin
etkisini yaşamış olan Filistin toprakları, İslam’ın adil ve hoşgörülü
yönetiminin adeta bir sergi alanıdır. Başta da belirttiğimiz gibi, Hz.
Ömer’in, Selahaddin Eyyubi’nin veya Osmanlı padişahlarının yönetimi,
gayrimüslimleri dahi razı ve mutlu edecek şekilde olmuştur. Filistin ve
Kudüs’teki bu adil yönetim, 20. yüzyıla kadar devam etmiş, ancak
bölgenin 1917′de Müslüman hakimiyetinden çıkmasından sonra karmaşa,
savaş, terör ve katliamlar yeniden başlamıştır.
Osmanlı dönemi, Ortadoğu topraklarına huzur, bolluk
ve refah getirmiş, her üç dinin merkezi konumundaki Kudüs, tarih boyunca
en uzun istikrar dönemini Osmanlılar zamanında yaşamıştır.
Hıristiyanlar, Yahudiler ve Müslümanlar tüm mezhepleri ile birlikte,
kendi inançları doğrultusunda, diledikleri gibi ibadetlerini yerine
getirmişler, kendi örf ve adetlerini yaşamışlardır. Bunun nedeni de
Osmanlı’nın ele geçirdiği bölgelere nizam, adalet, barış, refah ve
hoşgörü götürmeyi İlahi bir görev sayan bir anlayışla yönetilmesidir.
Pek çok tarihçi ve siyaset bilimci de bu gerçeğe
dikkat çekmektedir. Bu kişilerden birisi de dünyaca ünlü Ortadoğu uzmanı
Edward Said’dir. Kudüslü Hıristiyan bir aileden gelen ve Amerikan
üniversitelerinde çalışmalarını sürdüren Edward Said, İsrail’de
yayınlanan Ha’aretz gazetesinin kendisiyle yaptığı bir röportajında
Ortadoğu’da kalıcı bir barışın inşa edilebilmesi için ‘Osmanlı Millet
Sistemi’ni önermiştir. Said’in yorumu şöyledir:

Osmanlı, gittiği heryere nizam, hoşgörü ve barış götürmüştür.
|
Arap dünyasında diğer azınlıklar nasıl
yaşayabiliyorsa, (Araplar arasındaki) bir Yahudi azınlığın yaşaması da
mümkündür… Bu, Osmanlı İmparatorluğu altında gayet iyi işlemiştir.
Onların sistemi, şu an sahip olduğumuzdan çok daha insancıl
gözükmektedir.
14
Gerçekten de Filistin’in Osmanlı yönetiminden
çıkmasının ardından, ülke bir daha ‘insancıl’ bir yönetim görmemiştir.
İngilizler iki dünya savaşı arasındaki dönemde bir yandan Arapları
böl-yönet stratejisiyle ezmiş, bir yandan da sonradan kendilerine de
zarar verecek olan ateist Siyonizmi güçlendirmişlerdir. Ateist Siyonizm
Arapların tepkisiyle karşılaşmış ve Filistin 1930′lardan itibaren iki
halk arasında çatışmalara sahne olmuştur. Ateist Siyonistler Araplara
karşı savaşmak üzere terör örgütleri kurmuş, bir süre sonra bunlarla
İngilizleri de vurmaya başlamışlardır. İngiltere başa çıkamadığı ülkeyi
1947′de terk etmiş, ardından ‘çatışma’ savaşa dönüşmüş ve halen sürmekte
olan İsrail işgalleri ve katliamları başlamıştır.
Ortadoğu’nun tekrar ‘insancıl’ olabilmesi için,
Yahudilerin ateist Siyonist ideolojiyi terk etmeleri ve ‘sadece
Yahudilere ait bir Filistin’ hedefinden vazgeçip ‘Araplarla birarada
eşit şartlarda yaşamayı’ kabul etmeleri zorunludur. Arapların ise
-bazılarınca benimsenmiş olan- ‘İsrail’i denize dökmek, tüm Yahudileri
kılıçtan geçirmek’ gibi İslam dışı hedefleri terk edip, ‘Yahudilerle
birarada yaşamayı’ kabul etmeleri gerekmektedir. Bu, Edward Said’in de
belirttiği gibi Osmanlı millet sisteminin yeniden hayata geçirilmesi
demektir ve sorunun tek çözümüdür. Ancak bu sistem tesis edilirse bölge
halkları huzur ve barış içinde bir hayat yaşayabilirler. Türk
Milleti’nin önderliğinde kurulacak olan bu sistem geçmişte bölgeye nasıl
bir refah getirdiyse, bugün de aynı refah ve barış ortamını
oluşturacaktır.
Son bölümde bu çözümün detaylarını inceleyeceğiz.
Şimdi bu çözüme gelmeden önce, biraz daha eskilere gidelim ve
Filistin’in, İslam idaresinden çıktıktan sonra yaşamaya başladığı zulüm
ve karmaşanın tarihini inceleyelim.
9- Karen Armstrong, Holy War, MacMillan, London, 1988, s. 30-31
10- Geste Francorum, or the Deeds of the Franks and the Other Pilgrims to Jerusalem, trans. Rosalind Hill, London, 1962, s. 91
11- August C. Krey, The First Crusade: The Accounts of Eye-Witnesses and Participants, Pinceton & London, 1921, s. 261
12- August C. Krey, The First Crusade: The Accounts of Eye-Witnesses and Participants, Pinceton & London, 1921, s. 262
13- Karen Armstrong, Holy War, s. 185
14- Ha’aretz, 18.8.2000; www.middleeast.org,, August 2000